26 Ekim 2010 Salı

Genel Müdürle Aynı Tuvalette (Gerçek Bir Yaşam Hikayesi ve Dram)

Tuvaletler özel anlar içindir. O yüzden tuvaletleri paylaşmayı sevmiyorum. Kendimle başbaşa kalmayı seviyorum tuvaletlerde. Öyle fantazik şeyler için değil tabi, büyük ve küçük olmak üzere 2'ye ayırabileceğimiz zaruri şeyler için.


Evimizde bu mahremiyeti sağlayabiliyoruz. Peki ya işyerlerinde? İşyerlerinde tabii ki sağlayamıyoruz. Sağlayabilseydik bu sabah ben ve Genel Müdürle yan yana pisuvarlarda aşağıdaki diyaloğu gerçekleştirmezdik.

(Bilirkişi küçük tuvaletini yaparken kapı açılır ve Genel Müdür içeri girerek yan pisuvara konuşlanır.) (Bundan sonra Genel Müdür GM, Bilirkişi de B olarak anılacak ve bu diyalog okunduktan 5 dakika sonra kendini yokedecektir.)

GM: Nasıl gidiyor bilirkişi? Keyifler nasıl?
B: (Göz teması kurmamaya çalışarak önüne bakar) İyi gidiyor X Bey. Sizin keyifler nasıl?
GM: İyi gidiyor. Satışlar iyi değil ama. Biz sektörün en iyisiyiz. Potansiyel var.
B: Evet var X Bey. (Çişini mi yapsa yoksa adamı dinleyip göz teması mı kursa karar verememiş acıların çocuğu. Arka fonda prostatlı müdürünün çiş sesi)
GM: Potansiyel var ama olmuyor. Tenis maçı gibi olmalıyız. Şu anda otomatik makineden gelen topları karşılıyoruz.
B: Evet toplar! (Şaka mısın yaaa? Sadece işemek istemiştim oysa.)
GM: Primler iyi, satışlar sabit. Her şey önceden belirlenmiş, aynı hedefte gidiyoruz.
B: Evet satışları arttırmalıyız. (Papağan gibi şokun etkisinde hala)
GM: Tenis maçı gibi gelen her topu karşılamalıyız. Makineden değil rakibin attığı toplara ayak uydurmalıyız. (Patron metaforun damına koydu affedersiniz)
B: Tabi X Bey. (Şoku atlatıp toparlamaya ve tuvaletten kaçmaya çalışır) Bizde o potansiyel var, iyi bir strateji ile her şeyi yapabiliriz. (Dünyayı biz yöneteceğiz gazı oluşur. Gaz dediğimiz kokulu kötü gaz değil tabi, anladınız siz)

Elleri yikama aşamasına geçince Genel Müdür daha hızlı davranıp elini çabucak yıkar ve aynada "Robert De Niro - Analyze This" göz temasını kurarak "Herkesten en iyi performansı bekliyorum. Görüşürüz" der ve diyaloğu sonlandırır. GM çıktıktan sonra da Bilirkişi aynaya bakakalır, yüzünde şapşal bir bakışla.

Evet, tüm bunları yaşamak zorunda değilim değil mi? Yani tenis maçlarını ve toplarını dinlemek zorunda değilim sabah sabah. Tuvalet mahremiyettir ve bu mahremiyeti kullanarak işyeri tuvaletinde kendimi soyutlayabilmeliyim. Yöneticilerimizle tuvalette karşılaşmak zorunda olmamalıyız. Yan yana pisuvarlarda işememeliyiz. Müdürümüzün sıçtığını bilmek veya koklamak zorunda kalmamalıyız. Tuvalet manifestosu mu oluştursam acaba. Yiterin yaaa.

Not: Bu yazıda kullanılan görselin gerçek hayattaki kişilerle hiçbir ilgisi yoktur.

6 Temmuz 2010 Salı

Yarım

Bir okuyucunun favori bir yazarının olması ve her kitabının başucu kitabı olması çok özel bir duygudur. Merakla ve sabırla yeni çıkacak kitabını beklersiniz ve çıkar çıkmaz da hemen bitirip başucunuza yerleştirirsiniz. Emre Kalcı, Mayıs 2010’da 5. kitabı “Yarım”ı Nemesis Yayınları’ından çıkardı ve başucumda özel yerine yerleşti. Aşk'ı hiç kimse onun gibi anlatamaz ve hiç kimse onun gibi yaşayamaz, hep onu söyler ona inanırım. Onun bakış açısından anlatılmış her şey belki binlerce kez önceden anlatılmıştı, ama onun öyle yüce ve kutsal bir yeteneği var ki ilk defa duyuyormuş gibi dinliyorsunuz kulağınıza fısıldadıklarını. Evet, kulağımıza fısıldıyor söylemek istediklerini... Bağırmadan, çağırmadan, canımızı yakarak... Biz de anlıyoruz sessizce her söylediğini.

Kim bilir kaç hayat bulmuştur Emre Kalcı'nın sözcüklerinde kendini, kim bilir kaç aşk terk etmiştir benliğini okuduğu her yarada, kim bilir kaç can fark etmiştir yarım kaldığını. Birinin vedası ile ilk dokunuşunun arasındaki zaman dilimi...

Kimi sevsek sapasağlam bulamıyoruz. Ya yaralanmıştır ve yarım gelmiştir hayatımıza ya da yükünü koltuk altına sıkıştırmıştır ve kapı eşiğinde bekliyordur bizi yükünü fark ettirmeden. Yaralanmış ve yarım kalmış...

Kitap kapağı gibi ısırılarak yarım bırakılmış kurabiyenin naifliğini taşıyor Emre Kalcı'nın yazdığı her sözcük. Adı gibi yarım bir kitap, yarım kalmış aşkları anlatıyor.

"... Veda en çok, sizin ona son dukunuşunuzla, başkasının ona ilk dokunuşu arasındadır… Tüm hayatınız o iki dokunuşun arasında şekillenir… Ya kendinizi kurtarırsınız yada geç kalıp kaybolursunuz… Veda uzar, uzar ve sihirli bir dokunuş gibi,bir başkası ona dokunduğunda sona erer… Bir hikaye yarım kaldığında,tamamlansaydı ne olurdu merakının esiri olmakla, iyi ki daha çok yaralanmadım hissinin arasında bir yerde durursunuz…

Aşk bir suçluyu,suçtan daha çok sevmektir. Evet onlar suçludur,çünkü bir kez tadına bakılmış her şey hayatta yarım bırakılmış demektir…"


Kitaptan taptığım bölümler;

"... Veda en çok,sizin ona son dukunuşunuzla,başkasının ona ilk dokunuşu arasındadır…"

"Bir odada tek başına unutuldukça, yanlışla yalnızı sonunda doğru yazmaya mecbur bırakır bazıları..."

"Bazen bir şehir bile alır başını gider, biri başka bir şehre yürüyünce..."

"Hırsız elmayı soyuyor, mektupların çekmecesindeki gözler doluyor; sen bıraktın ya elimi, bugün her şey toplanıp sürgüne gidiyor..."

"Her başkasına baktığında haram var artık gözlerinde; benimse, her dalgada kanayan, denize sıfır bir yaram var..."

"Hepsiyle vurdun beni; yirmi dokuz harften birini bile bırakmadın geriye..."

"Seninle kan bağı değil an bağı vardı aramızda; sırf o anlar yüzünden, bir düş görmek için uyumakla geçti zaman..."

"Kaç saat yeter birinin gözlerini unutmak için, kaç kirpik dayanamayıp gözyaşıyla intiharı seçer; kaç kişi bilir cevabını, her göz bebeği büyüyünce evi terk mi eder?"


Emre Kalcı'nın bu kitaptan önceki kitabı "Kir" ile ilgili yazım: http://bilirkisiraporu.blogspot.com/2009/11/emre-kalc-ve-aska-dair-her-sey.html

6 Mart 2010 Cumartesi

Ömür Gedik, Kimsin Sen?

Kariyer basamaklarına Hürriyet Gazetesi’ndeki eski eşinin forsuyla başlayan Ömür Gedik “sinema eleştirmeni” sıfatıyla harikalar yaratıyor. Eş forsuyla başlıyor dememin nedeni ülkemizde yeteneğe ve bilgiye değer verilmeden akraba torpili ile gelişen kariyerlere üzülmemden dolayıdır. Bir insanın kiminle yattığı kiminle takıldığı elbet umrumuzda değil, ama bir eş nasıl Türk toplumuna acımadan film sektörüne böyle bir darbe vurabilir ve bize Ömür Gedik'i kazandırır(!) anlayamıyorum.

Bazen "Ömür Gedik kim ya!" diyerek tokat atasım geliyor kendime. Eleştiri adı altında çöplüklerini okumaktan hep kaçmışımdır ama her fırsatta yüzüme çarpıyor mükemmel yazıları! Bu sefer Şebnem Bozoklu’nun tweetlerinde denk geldim kendisine. Şebnem, twitter'da “Tabiiki anlayamazssin tevazudan sevgili omur !ben ferhat bey gibi evet bu sarki yila damgasini vurdu falan diyemem !” ve “torende de soyledim simdi de soyluyorum. Oduller hakkinda bilinmesi gereken tek sey mozartin hic odul almadigidir. Bunu anlayamamis omur !” cümlelerini tweetledi.

Bu haklı sitem Ömür isimli sadece bir kişiye aittir dedim ve Ömür Gedik’i hemen google radarına tutarak aşağıdaki son yazısına ulaştım.

Gelin hep beraber Ayşe Özyılmazel’den sonra “Top 5 Paçoz Köşe Yazarları Listesi"nde 2 numaraya geçen bu eleştirmenimizin yazılarını inceleyelim!

http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/13825993.asp?yazarid=119

“Asuman Krause, yan masadaki Mehmet Aslantuğ’a kur yapan sözler söyleyince en çok salondaki kadın misafirlerin tepkisini çekti. Arzum Onan sakindir ve naziktir, dert etmeyecektir ama zaten hıncı alındı, hiç merak etmesin.”

Sevdiği bir oyuncu için insan kur yapamaz mı onu anlayamadım, ki Asuman zaten Tv’den gördüğüm kadarıyla herkesle kur yaparak konuşuyor. Kadının genetik özelliğinde bu var, insanlarla flörtleşmeyi seviyor. Bu durumu neden yuva yıkacak kadın konumuna soktuğunu anlayamadım. Gerçi tamam, mahalle karısı edalı yazarımızla bunlar anlamlandırılamaz zaten.


"Gecenin bir başka tuhaf konuşması Canım Ailem’in Şebnem Bozoklu’sundan geldi. Bozoklu ödülünü aldıktan sonra “Biliyor musunuz Mozart hayatında hiç ödül almamıştı” dediğinde hepimiz birbirimize şöyle bir baktık."

Ömür Hanım'ın bu konuşmayı anlayacak zeka yaşı tutmadığı için burayı geçiyorum. Şebnem Bozoklu zaten cevabını vermiş.

Gelelim asıl bombalara. Bir film eleştirmeni olarak lanse edilen kadının kısa kısa yaptığı film eleştirileri Ayşe Özyılmazel tadında ve Ferhat Göçer sabun köpüklüğünde.

"Uzak durun: Ben beğenmedim, gidip de sevenini de duymadım. Alenen din propagandası yapan, başka bir özelliği de bulunmayan Tanrı’nın Kitabı (The Book of Eli), Denzel Washington’a rağmen çekilmiyor. Sahi Washington’ın bu filmde işi ne?"

Bir film eleştirmeni nasıl subjektif davranarak bir filme uzak durun der ve bu kadar sığ ve basit bir dille nasıl yerle bir eder bir filmi? Üniversitedeyken filmleri daha iyi anlamak için aldığım film analiz dersleriyle ben bile küçük çapta Atilla Dorsay olabiliyorken bu kadın neden kendini geliştirmeyi denemiyor? Yeteneği ve analizleri vasatın altındayken biraz ders ve seminerle neden vasata yükseltmeyi denemiyor bu kadın? Eğer film eleştirmeni olarak anılmak istiyorsan derdin filmi eleştirmek olmalı ve bu derdini çok iyi anlatabiliyor olmalısın. "Gitmeyin, uzak durun, Denzel’in işi ne?" gibi cümleler bir film kritiğinde yer almamalı. Ne oldu Dogma 95’e, Yeni Dalga'ya, Yeni Gerçekçiliğe? Recep İvedik'in tatağını, Denzel Washington'un ten rengini herkes yazabilir sonuçta?

"Evde izleyin: Robert Downey Jr ve Jamie Foxx’lu The Soloist niye vizyona girmiyor diye düşünürken, film DVD olarak çıktı karşıma. Jamie Foxx, şizofreniye yakalanan bir müzik dehasının hayatını anlatan filmdeki rolü için çello dersi bile almış. Hem müzik hem dram hem de iyi oyuncular. Daha ne olsun."



Nasıl da şaşırmış çello dersi aldığına. Ne sandı ki acaba? Herkesi Türkiye’deki gibi rolüne çekim yapılırken mi çalışıyor zannediyor hala?

"Sinemaya gideceklere: Merakla beklenen Benicio Del Toro’lu Kurt Adam yarın vizyonda. Film şahane başlıyor, heyecan dorukta, sonra hikaye kendini geliştiremediği için rölantiye geçiyor. Ama makyajlar, gotik atmosfer, görsel efektler ve Kurt Adam rolünde Benicio Del Toro gayet iyi."

Yine cılız ve niteliksiz bir yorum. Filmin şahane başladığını Matrix’i izleyen Dolapdere’deki her delikanlı söyleyebilir sana. Bir de rölantiye geçmek kullanımı da var. Dolapdere örneğini verdiğim iyi oldu. Dolapdere sanayisine de gönderme yapmış oluruz. Rölanti dedi ya, inanılmaz! Hızlı ve Öfkeli 1-2-3 serisine eminim 30 Ömür Oscarı vermiştir. Ben de kendisine 50 Ömür Törpüsü veriyorum!

"Haftanın bir diğer filmi, Oscar adayı olan Education konusunda kararsız kaldım. Paraya ve rahat yaşama feda edilen genç kız ve yalancı, düzenbaz, sübyancı adam sinirimi bozdu. Film beni bu kadar sinir etmeyi başardıysa derdini iyi anlatmış da diyebilirim aslında."

Bir filmin konusu gerçek bir film eleştirmenini sinir edemez. Film eleşitirmeni, tedavi ettiği hastalara önyargı ile yaklaşmayan bir doktor gibi olmalı eleştirilerinde.

Son olarak da aşağıdaki sözleri ile yazısını tamamlıyor;

"Nine, bir yandan film çekerken, diğer yandan da annesi, karısı, metresi, yapımcısı, ilham perisi, sık sık ziyaret ettiği fahişe ve bir gazeteciden oluşan kadınlar topluluğu arasında denge kurmaya çalışan 40’lı yaşlardaki yönetmenin (şanslı erkek Daniel Day-Lewis) hikayesini anlatıyor.Çok kadın arasında kalan tek erkeğin hikayesini, çok erkek arasındaki tek kadın olarak izleme şansı da bana düştü."

Çok erkek ve tek kadın olarak Paris’te galalı bir orgy ziyafeti bekliyor sanırım Ömür Hanım'ı. Evet çok bayağıyım değil mi? Ne derler bilirsiniz. Bir yazı okudum hayatım değişti!

P.S. Bu yazıyı 18.02.2010 tarihinde yazmıştım. Yoğunluktan şimdi yayınlayabildim.

7 Şubat 2010 Pazar

Candan Erçetin ve Kırık Kariyer Durağında

Candan Erçetin, hayatımıza nasıl da girdi. O turuncu halının üzerinde sandalyeye ters oturup "Umrumda Değil"i söylemiş ve nasıl da aylar boyunca konuşulmuştu. Basit bir fikirdi ama şaşırtıcı derecede işe yaramıştı ve o klişe deyişle "bomba gibi düşmüştü" müzik piyasasına. Sonra "Hangi Aşk Adil ki?" ile yüzlerce kişiyi İstiklal Caddesi'nde peşinde koşturmuş ve yine herkesi şaşırtmıştı. Doğal olarak Candan Erçetin'den hep özgün ve yaratıcı çalışmalar beklenir olmuştu ama maalesef bu çalışmalar Candan Erçetin'in egosuna yenik düşmüştü.


Yaptığı ilk farklılıklar sadece dikkat çekmek içindi. Çünkü Candan Erçetin özgün ve yaratıcı değil kült bir assolist, Türkiye'nin Edith Piaf'ı olmak istiyordu. Biliyordu ki marjinal işlere kalkışan bir şarkıcı asla saygı uyandırmayacaktı. Galatasaray Lisesi öğretmenliğinin getirdiği saygınlığı müzik dünyasında da taşımak istiyordu ve bu amacına adım adım ulaşmayı da bildi.

Müzik kariyerini ve imzasını attığı eserleri değerlendirecek müzikal bilgimi yeterli bulmadığım için o konulara hiç girmeyeceğim. Candan Erçetin'inin "Candan Erçetin" markasını bir bardak sütü içer gibi nasıl lıkır lıkır içip bitirmeye başladğından söz edeceğim.


Akbank reklamı "Gerçek Dostluk" ile jingle kariyerini inşaa eden Candan, dotluklarımızı hatırlatarak hepimize buruk bir sevinç vermişti. Nasıl duygusal bir reklam ve nasıl güzel bir şarkıydı!

"Birlikte atan iki küçük yürek/Bu dostluk daha daha büyüyecek/Hep sürecek/Tükenmeyecek/"

Yalan söylemeyeceğim, zamanında çok ağlamıştım bu reklama. Reklamlarda duygu sömürüsüne karşı olsam da beni ağlatan ilk reklam olarak hakkını yememem gerekiyor. Dostlukları göstermesi, hatırlatması ve duygulandırması ile gerçekten çok başarılıydı.

Candan çok yönlü bir insan olduğu için öğretmenlik, şarkıcılık ve jingle çalışmaları onu asla tatmin etmedi ve sevgilisi "Hakan Karahan"ın kurduğu Narsist Film ile yapımcılık işine de soyundu. İlk filmleri Gölgesizler ile oldukça başarılı bir filme imza attılar, ama gişede bekleneni bulamadılar. Candan Erçetin'in PR'ı bile filmin gişesini kurtaramadı.

Candan Erçetin'in PR'ı diyorum, çünkü hangi aklıselim bir sanatçı kendi kariyerini umursamadan sevgilisinin filmine bu kadar destek verebilir ki? Film bir Ümit Ünal filmi değil, bir Candan Erçetin filmiydi adeta. Tüm film boyunca fonda hep Candan Erçetin şarkıları çalıyordu. Sevgilisine telif hakkı ödememek filmin bütçesini zorlamıyordu sanırım. Şarkıların yanında filmin sonunda 30 saniye görünmesi de cabası. En trajikomik olansa filmin "outro" jeneriğinde Candan'ın filme yazılmış olan "Ben Kimim?"i söylemesi. Resmen şaka gibiydi. O kadar felsefik, düşünsel ve sorgulayıcı bir filmin sonunda sandalyeye yaslanmış Candan size bakarak "Ben kimim?" diyor. Ümit Ünal'ın filmografisi için kara bir leke, Candan Erçetin'in kariyerinde artçı bir şok!


2010 yılında Candan hem müzikten hem de yapımcılıktan vazgeçmeyeceğini söyledi bize. Yeni albümü "Kırık Kalper Durağında"yı çıkararak Narsist Film'in ikinci filmi "Kaptan Feza"ya yine destek verdi. İlk klibi aynı zamanda filmin şarkısı olan "Kader"e çekti, arka planda filmden kareler ile.


Yeni çıkan albümü ile ilgileneceğine Sütaş'ın Süt Aşkı jingle'ını söylemekten de vazgeçemedi Candan. "Sütü Seven Kamyon Şöförü" olarak yıllarca dalga geçilen şarkıyı "Sütü Seven İnsanlar" olarak söyledi ve yıllarca hırs, gözyaşı ve emekle kurduğu Candan Erçetin markasını kendi sesiyle parçalamaya başladı. Akbank ile duygulandıran Candan, Sütaş'la alay konusu olmuştu çoktan. Merak ediyorum. Bir sanatçı nasıl bir pazarlama ve iletişim uzmanına danışmadan böyle rasgele kararlar verebiliyor? Bir sanatçı nasıl bir alanda Diva olmak varken üç alanda başarısızlık örneği olabiliyor?


Candan Erçetin kendini ve yıllardır inşaa ettiği markasını toparlaması gerekiyor acil olarak. Çünkü geride sadece sütü seven Candan ve pazarlama derslerinde incelenecek bir "case study" kalabilir.

15 Ocak 2010 Cuma

Başka Dilde Marketing

İyi filmler gişede bekleneni bulamadığında hayal kırıklığına uğruyorum. Sanki filmi kendim çekmişim gibi üzülüyorum. Bu filmlerden biri de "Başka Dilde Aşk". Henüz izlemedim ama herkes "Başka Dilde Aşk"ın güzel bir film olduğunu söylüyor. Güzel bir filmmiş, fakat gişe hasılatı 75.070 kişi.

Türkiye'de yaygın ve kötü bir inanış var; "Başarılı bir iş kendi başarısını yaratır". Bu inanış bazen doğru sonuçlar verebilir ancak herhangi bir şey yapılmazsa kumar oynamaya benzer. Elinde imkan varken ve bu imkanları çok iyi bir şekilde kullanabilecekken "Yazı mı tura mı?" oyununu oynamaya ne gerek var?

"Başka Dilde Aşk" çağrı merkezinde çalışan bir kızın ve duyma engelli bir erkeğin aşk hikayesi olarak özetleniyor. Özeti bile çok iyi bir pazarlama ve PR stratejisi değil mi? Türkiye'de kaç bin çağrı merkezi çalışanının veya kaç bin işitme engellinin olduğunu bilmiyor mu film yapımcıları?

İşe giderken serviste bir kızın konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Kız çağrı merkezinde çalışıyordu ve filmi izlerken ağlamasını durduramadığını söylüyordu arkadaşına. Çağrı merkezi sahnelerinde o iş temposunu, kaosu, kulaklıkları masaya atma, sinir bozucu müşterileri o kadar iyi yansıtmış ki ağlayıp durmuş filmi izlerken. Bu veriyi kullanarak çağrı merkezi ve işitme engelli odaklı yapılacak PR ve pazarlama çalışmalarından sonraki gişe hasılatını siz düşünün artık. Sonuçta Türkiye'de kim daha önce içinde çağrı merkezi geçen film yaptı ve kim daha önce işitme engellileri düşünerek filmi Türkçe altyazılı olarak sundu?

Not: Unutmamak gerekir ki Elif Şafak'ın "Aşk" kitabı sadece iyi olduğundan 450.000 satmadı. Ucunda çok iyi bir PR ve "word of mouth - ağızdan ağıza" pazarlaması da vardı.